''Gerçek aşk, seni huzura erdirmez.
Gerçek aşk, seni kendine geri götürür.
Seni parçalara ayırır, sonra tek tek yeniden birleştirir.
Seni kör edene dek ışıkla doldurur ve sonra tekrar görmeyi öğretir.
Seni bir fırtınanın içine fırlatır ve sonra nasıl sakinleşeceğini gösterir.
Sana kendi sınırlarını gösterir ve sonra o sınırları aşmayı öğretir." Clarissa Pinkola Estés – Kurtlarla Koşan Kadınlar
Venüs, uzun zaman sonra bizleri yeniden değer yargılarımızı, ilişkilerimizi, aşkı ve mutluluğu sorgulamaya davet ederken, biraz kendimize, aşka ve ilişkilere dair konuşalım.
Çok sevdiğim bir psikoterapistin bu konudaki görüşlerini astrolojiyle harmanlayarak aktarmaya çalışacağım.
Aşkı şöyle tanımlıyor: Ötekinin arzusunun nesnesi olma girişimi. Bunu şu şekilde açıklıyor: Ötekinde bir eksiklik var ve o eksik benim. Üstelik, öteki bunu talep etmediği halde, bunu talep ettiğini varsayarak ona sunuyoruz.
Ayrıca aşkın, her an aradığımız ve nihai bir hedeften ziyade, sürekli var olmasını umduğumuz bir şey olduğunu söylüyor. İnsan yaşamda sahip olmak istediği her şeyi (sağlıktan paraya) aslında aşk için istiyor ve aşkı da ötekinin arzusunu satın alabilmek için kullanıyor. Bunun yanı sıra, insanın eksik ama neyin eksik olduğunu bilmeyen bir varlık olduğunu da ekliyor.
Koç-Terazi aksı, ilişkiler aksıdır. Bu aksta ben ve sen vardır. Koç ben tarafını, Terazi ise sen tarafını temsil eder. Venüs, Terazi burcunu yönetirken, yabancısı olduğu Koç burcunda zarar görür.
Hocanın ifade ettiklerinden yola çıkarak, aşk söz konusu olduğunda ötekinin yani senin ne kadar önemli olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. İnsan eksiktir ama neyin eksik olduğunu bilmez; yani ben tarafında duyduğumuz eksikliğin arayışında oluruz. Tamamlanmış hissedebilmek umuduyla ötekine duyulan bu yoğun ihtiyaç karşısında, bugünlerde oklar kendi üzerimize çevrilmiş durumda (Venüs Koç’ta). Kendi eksikliğimizle yüzleşmek, hatta yüzleştiğimiz bu eksiklikler sonucunda kendimizi biraz hırpalamak muhtemel. Bugünlerde peşine düştüğümüz öteki, aslında kendimiz olabiliriz.
Hoca, aşk üzerine konuşurken arzuyu diri tutabilmek için ötekiyle tam olarak yakınlaşmamamız gerektiğini; ancak böyle bir durumda da yalnız kalabileceğimizi söylüyor. Eğer sevilmek istersek kendimizi açmak zorundayız. Ancak kendimizi açtığımızda, arzulanan kişi olma durumunun azalacağını, çünkü karşı tarafın "Aradığım şey bunda yok." sonucuna varmaya başlayacağını ifade ediyor.
Aslında karşı taraf, bizde kendine benzeyen birini gördüğünü, yani bizim de eksik olduğumuzu fark etmeye başlıyor.
"Sevilmek isterseniz maskeyi düşürmeniz gerekiyor. O zaman da katlanılması gereken şu: Beni eksikliğimle seven biri var ama arzu yok."
Bizlerin her ilişkide bir kırıklıkla karşılaşabileceğini ve o kırıklığa katlanmanın ilişkiyi sürdürülebilir kılacağını ekliyor. Katlanamayanların yeni nesneler aradığını ve tekrar eden döngülere girdiğini söylüyor.
Birine arzu duymak için onun bizden özerk bir varlık olduğunu, yani ötekinin bireyliğini, tamlığını ve tekliğini kabul etmemiz gerekiyor. Hem arzunun hem de sevginin var olabilmesi için ötekinin eksikliğini, ötekinin bir parçası olarak görmek şart. Kısacası, saygı duymak gerekiyor. Saygı duymadığımız birine ne arzu duyabiliriz ne de gerçekten sevebiliriz.
Bugünlerde Venüs, Koç burcundaki gölgeli günlerinde ve tabii retro sürecinde. Kendimizi sevme meselesine bir de buradan bakalım istedim. Ne de olsa ilişkiler ve aşk bir kapan, biz de o kapanın sevimli fareleriyiz. (Tamam tamam, hamster olalım hadi, minik bir kıyak 🤓)
Hocanın söylediklerinden yola çıkarak kendimize doğru bir yolculuğa çıkarsak, öncelikle eksikliğimizle ve arayışımızla yüzleşmemiz gerekiyor. Bugünlerde, nesnesi olmak istediğimiz ötekinin aslında kendimiz olduğunu varsayarsak, kendimizle kuracağımız ilişkide bilinmezliklerin—yani arzunun—olduğu bir durumda kendimizi önemsememiz mümkün olsa da, kendimizle gerçekten yakın bir ilişki kurmak pek de kolay değil.
Kendimize atfettiğimiz pek çok şey (aslında öyle olmayan) yeterince açık ve dürüst olmadığımız bir kendilik yaratabilir. Yani, kendimizden uzaklaşarak çeşitli personalara büründüğümüz ve onlarla övündüğümüz bir hale bürünmek gibi. Ancak kendimizi sevmek istiyorsak, önce maskelerimizi düşürmemiz gerekiyor. Bunun sonucunda, yüzleşeceğimiz eksiklik—ya da bence daha doğru bir tabirle gerçeklik—bizi kırılganlaştırabilir. İnsanın doğasında var olan bu eksikliği kabullenmek gerekecek, ancak bununla birlikte kendimize karşı duyduğumuz arzu da eskisi gibi olmayabilir.
Nihayetinde yaşamlarımız biricik ve bu yolculukta kendimize hep ihtiyacımız olacak. Kendimizle olan ilişkimizi iyi tutmak ve sürdürülebilir kılmak, başkalarıyla olan ilişkilerimizi de doğrudan etkileyebilir. Ancak bunu başaramadığımızda, farkında olmadan yeni nesneler aramaya başlıyoruz ve tekrar eden döngüler içine giriyoruz.
Bu yazıyı daha fazla uzatmadan, bu süreçte kendimizle olan ilişkimizi bir de bu perspektiften düşünmenizi tavsiye ederim.
Kendimizle olan ilişkimiz, başkalarıyla olan ilişkilerimizin de bir aynası olabilir.
Kendi gerçekliğimize ve kırılganlığımıza rağmen kendimizle sürdürülebilir bir ilişki kurmak mı?
Yoksa yarattığımız personaların uzağında, kendimize yabancı ve hasret bir yaşam mı?
Sen hangisini seçiyorsun?
Etiket:
Böylesi bir bakış açısını ancak ayakta alkışlarım. Kişinin kendine saygı duyması gerektiğini ayırt etmesi bir süreç. Buna çoğu kez yaşadıkları sebep olabiliyor, bazen de içsel devinim ve duyguları. Bunu ayırt ettikten sonra ise saygı duymayı öğrenmesi gerekiyor ki işte bu başka bir yolculuk.. Bunu öğrenme yolculuğunda zamanla görüyorsun ki kendine saygı duyman demek 'ben' den bize geçmen demek... Kendin demek senden ibaret olmayan ötesi demek... Öylesine kendine has bir yazı ki, gerçek bir rehber niteliğinde. Yüreğinize sağlık Kübra hanımcığım. Sevgilerimle